29 Aralık 2010 Çarşamba

Büyük Final, özlenen buluşma...


Bu akşamdan çok şey bekliyorum, sevgili öölen cadımı pek özlemiş idim. Ayrıca hasta olmasının verdiği üzüntüyle kendisine şarap çorbası ikram edip, son dedikodularla içini ısıtmayı planlıyorum..

Bugün bir efsane sona eriyor. Yaprak Dökümü efsanesi son bölümüyle ekranlarda ve biz bu hüzünlü ama bir o kadar da rahatlatıcı vedayı kutlamak üzere bir aradayız. Fireler verdik, çooook fireler verdik zaman içinde, ama olsun biz hala burdayız.

Zamanın getirdikleri, götürdükleri, o getirip götürdükleri arasında güzel olanları, kötü olanları, acı olanları, mutlu edenleri, bir çok ve doyulmayası şey var hayatlarımızda, hem paylaşılmış hem kıskanılıp bireylere saklanmış... O saklananların da zamanla birilerine, ordan birilerine aktarılması, süregelen uzuun bir hikaye... İşte hep böyle nostaljik nostaljik bakıp gülümsüyorum hayatıma ve zamanı durduramama problemi yıllarca şiirlere, romanlara, filmlere konu olmuş olmasına rağmen hala buna üzülüyorum, hala buna yas tutabiliyorum. Bugünü seviyorum, yarını bekliyorum, dünü özlüyorum. Dünü özlemeyi seviyorum, bu geçmişimin güzel olduğunu hatırlatıyor bana. Neden bunlardan bahsediyorum ki şimdi :)

Neyse, sanırım Yaprak Dökümü moduna girdim drama bağladım birden. Sonuç olarak sonu olmayan mutluluk kazanına düşüp, yüzyıllar boyu mutluluk hastalığına yakalanmak, defalarca çabalamama rağmen iyileşememek ve hep mutlu olmak gibi sapık isteklerim var. Evet.

Bu akşam güzel olacak kesin. Bugünü sevdim, akşamı da seveceğim.

üle güle Ali Rıza Bey, aman ağzımızın tadı kaçmasın :)

26 Kasım 2010 Cuma

Booozaaaaaa

Henüz o kadar soğuk değil ve benim için aslında çok da güzel. Henüz o kadar güzel değil ama daha da güzel olamaz. Henüz söylemicem ama bi şeyler demeliyim. O yüzden kimsenin anlamayacağı notlar gönderiyorum mutluluğuma. Mutluyum daha başka hiç bir şeyde gözüm yok.

Ne dedim ne demedim bilmiyorum, sadece bugünü hatırlamalıyım o kadar! İlerde lazım olacak yerden bir kaç santim yüksekte yaşanan dakikalarıma dönüp bakabilmek için.

Yes it is! That's all right...

14 Kasım 2010 Pazar

Kış gelmiş yazlıklara, sonbahar dediğin hüzünlü ve yalnız bi şey!


Evet hüzünlü bir sonbahar günü, hava son ılık güzelliklerini sunuyor bizlere, uzun bir tatilin başındayız ve bugün hayatımın en güzel haberlerinden birini alıyorum. Çocukluk arkadaşım, kardeşim, bütün zamanların en sevilen dostu, ahretliim sonunda bir bebek sahibi olacak! Hayatta en çok istediği şey mutlu bir aile ve sevdikleriyel sağlıklı bir yaşam olan bu naif, iyi yürekli, mükemmel insan kadar bunu hakeden başka birini daha tanımıyorum sanırım. Sonsuz bir mutluluk içindeyim kesinlikle...

Şu karşık günlerde bana bunlar da teselli oluyor... Bir de okudukça, yazma aşkının artışı var. Evet bir gün bunu yapacağım ama yarını düşünmeden, düne takılmadan bugünde kalmayı başarmalıyım önce. Bunu gerçekten yapabildiğimde, alacaklarım yanıma kar kalacak ve sonunda fire vermeden doldurmaya başlayacağım zihnimi. Tüm saçmalıkları eleyip, yarayanları süzdüğüm, çöplükleri bir kenara bıraktığımda yapacağım bunu...

Ama denemekte bir sakınca yok değil mi? Geri dönüp okuduğumda bana bile haz vermeyen bazı şeyleri yazmak, en azından onları bir daha yazmamak gerektiği konusunda beni yönlendiriyor. Bu da bir adım sonuçta. Bir de tam anlamıyla bir şey demeden, bir şeyler anlatmaya çalışmak, benim bile kafamı karıştırırken, okuyanların bunu anlamasını beklemek saçmalık.

Çelişik olduğum kadar karışık ve anlaşılmazım. Kendime bile. Ama gevezeliğimi durduramıyorum. Parmaklarım da geveze, fikirlerim de.. Kendime bakıyorum, evet ben de gevezeyim ancak içimin ne kadar geveze olduğunu siz bilemezsiniz. Bazen bu yüzden hiç yalnız kalmayacağım için çok seviniyorum. O kadar geveze ki içim, beni hiç yalnız bırakmayacak. Moralimi bozsa, beni aşağı çekse ya da depresyondan çıkarsa da, iyi ya da kötü olsa da hep orada olacak. Tıpkı iyi bir dostun yapacağı gibi. Demek ki kendimi tanıma yönünde bir adım atmış bulunuyorum. Herkesin söylediklerindense kendi söylediklerimi dinlemek belki de beni, yıllarca aradığım benliğime götürecek ilk adım olacaktır...

Derin derin konuşmaktan sıkıldım. Hatta kendimi Doğan Cüceloğlu gibi bile hissettim bi an. Psikolojik çıkarımlar yapıp, daha iyi bir karakter ve güçlü bir psikoloji sahibi olmak hakkında konuşmak... Bazen çok yüzeysel de olabilirim ve bunu seviyorum...

Ben sanırım yaşamayı seviyorum :)

12 Kasım 2010 Cuma

Hayatının en büyük hatasını bir Enter tuşuna basarak yapmak...

Nev'i şahsına münhasır sevgili saygılı çevrem ve ben... Hayatımda hiç bu kadar denk gelmemiştim herhangi bir hödüklüğe.

Doğru yer doğru zaman kombinasyonunu ilk defa başarıyorum ve yeni bir şaplak yiyorum yanağıma en temizinden. Ohh iyi geldi! Nerdeyse aptal bi sırıtışla geçirecektim günümü. İçine sıçan herkese sonsuz teşekkürler, sevgiler...

Herkese rağmen mutlu olabilmeli insan. Ama bunun empatik bir tarafı yok ya! İnsan olana fazla bile yaptın kızım hey gidi kendine geeel...

... ne denmez buna şimdi?

30 Ekim 2010 Cumartesi

Contradiction


Eksikleri tamamlandığında da yeni eksikler arar insanoğlu denen garip yaratık. Ama ben hiç tamamlayamadım ne yalan söyleyeyim. Hiç "Hah! Tamam işte! Ohh!" diyerek huzurla arkama yaslanamadım. Daha nereye kadar koştururuz bilmiyorum.

Elimi eteğimi de çektim zaten. Garip bir huşu içinde ilerleyeceğim. Bana kim ne diyebilir ki? Bana bir tek ben bi şey diyebilirim, onu da sesli söyler miyim bilmiyorum. O yüzden korkacak bir şey yok. Hele ben bu kadar sakinken hiç gerek yok.

Neyse hayatın ince ve "Ulan ne mutluyum yaşamaktan, ne şanslıyım" dedirten anlarını özlemle arıyorum ve yenilerini bekliyorum. Bu güzel İstanbul haftasonu, cepte beş parasız, evden çıkamazken, beklenenler: bundan yıllar sonra dönüp bunları okuduğumda " ulan ne tatlıymış o zamanlar, evden çıkamıyomuşuz parasızlıktan, öğrencilikten kurtulmuşuz ama sefaletinden kurtulamamaışız piii" diyebilmek. Eğer of ulan 5 yıl önce de aynı tas, aynı kervansaray modunda olursak o zaman sıçtık işte! Umarım öyle olmam, olmazsın, olmaz!

Kaderde varsa üzülmek, neye yarar düzülmek? Biri bana bu sorunun cevabını versin. Anlamlı bir şey değil bu, sanki bir manası varmış gibi bön bön bakmaya gerek yok. Her şeye farklı bir yanından bakabilin bence. Kurulan cümleyi bi de tersten okuyun, bi yorun şu beyninizi ya! Bi takılıp kalmayın o izlediğiniz şeye, o konuştuğunuz kişiye, o yaptığınız yemeğe, o içtiğiniz içkiye! Beni de kitlemeyin di mi ama? Evet işte, en çok beklenen şey, uymamız, uyumlu olmamız etrafımızdakilere, hayatımıza, şartlarımıza. Uymama ihtimalim çok tatlı! Uyumam da gerekirse, hep böyle uyanık gözlerle izlerim sizi, ta ki mantıklı bir şey söyleyene kadar, çünkü o zaman ben de alırım bi şeyler,di mi ama?

Beyin göçü yapasım var. Ama hangi beyni kullansam bilmiyorum, tamamını mı göçürtsem, yoksa bir kısmını mı? Nereye göçürtsem? Ya da nerde bu değirmenin suyu ya, niye hep yukar köylerden Ali Osman Ağa'nın bize gönderdiği kadarını içiyoruz biz? Tarlaya yetecek kadar vermiyor, sularsak ekin alırız zira... OOyy zor işler bunlar sen kafanı yorma guzuuum, abiler düşünür onları: Nah düşünür! Uyuyoruz, evet kesin uyuyoruz...

Of kalk da yürü be kızım bi yürü de dellendirme adamı ya!

26 Ekim 2010 Salı

Unrelated Leisures Part 1

On points!Benden kendime geliyor. Alkışlıyoruz

...şak şak şak!

Bir de ben bu işi çok sevdim ne yalan söyliyim. Vive la manifestation!

1 Ağustos 2010 Pazar

Ama hala açsınız


Tatil zamanı geldi sonunda...Bir senelik çalışmanın sonucu 1 hafta straight tatil, wuhuu yaşasınnn! aman yarabbi, bu bir haftaya neler sığdırır insan!

Neyse zaten tamah rekoru kırdık bu genç yaşımızda. Biri daha eklenir, nedir yani...

Ama yaz gelip de herkes evlenmese daha iyi olurdu. İnsanın geleneklerine söveceği geliyo böyle olunca. MUTLULUKLAR TÜM SEVGİLİ ARKADAŞLARIMA. Bana da bol kazanç bi zahmet!

Pazar gecesi saat 2 ve ben 1 sene sonunda ilk defa bu saatte ayaktayım belki de. Ne kadar ilginçtir ki insan vücudu bu tamahkarlıkla yeniden kurulup, hayat tarzına göre, yadırgamadan "tik tak tik tak" işliyo.

Memnun değil miyim de sanki böyle konuluyorum. Yoo. Benim sinirlerim alınmış sanki. Sadece bu konuda ama. Ya da çok mu hırslıyım acaba? Yoo, öyle olsa böylesi çabalamam belki de.

Neyse..Plakamız 10, illerden Balkes. Düğünlerden Tubi Göray. Daha dün Ozi Asu'ydu. Şimdi bu yarın kim?

İlginçtir. Gençler güzel amaçlarla güzelce birleşsin, sevinsin yaşasın. Biz de deli danalar gibi zıplayalım, terleyelim, yiyelim içelim. Ne ilginç varlıktır insan.

Çıstak çıstak. Başladı mı yaşamak? Yoksa ne dersin buna sen? Cidden, sen olsan ne derdin?

Ben bi şey demezdim. Demedim de zaten!

16 Temmuz 2010 Cuma

Saat 5 ve günlerden Cuma


Moralimi en çok bozan çalışmak ya da çok çalışmak değil...Zamanın geçmesini bu kadar istemek üzüyor beni özünde! İş hayatı ne kadar sıkıcı desem doğru söylemiş olmam, zira evde oturmayı, işe yaramamayı da sevmiyorum. Ama nedendir bilinmez sanki hiç bir iş beni tatmin edemeyecek gibi.

Şu an, havanın bu sıcağında, saat 5'te içimde bu mutluluk varsa eğer; bütün hafta dediler gibi çalışıp, sabahın köründe kalkıp akşama kadar yorulduktan sonra hafta sonu tatilini hakettiğim içindir kesin. Ama ben yine de söylenmenin tadını çıkarmalıyım. Böylesi daha normal.

Evet normalleşiyoruz. Daha doğrusu birilerinin normaline bürünüyoruz ve istediklerini alıyorlar hep. Herkes bireeer birer düşüyor bu ağa. Herkes birer birer yarışıyor,, hırslanıyor. Geçen gün "Tibet'te 7 gün" ü izledim Kanal Türk'te. Dalai Lama'nın evi kutsal Lhasa kentinde kalan sevgili Brad Pitt, o kadar bencildir ki, bu küçük köyde, kendinden daha empatik yol arkadaşına aşık olan terzi kızımız ile, kendisi birlikte olamadığından hırslanmıtır ve kızımız, yıllardır Dalai Lama'nın kanatları altında kalmaktan mıdır bilinmez " Bir dostunun mutluluğu lütuftur, bizim mutluluğumuza içerlemene çok üzüldüm. Çok yalnız olmalısın " diyor ve benim o an yaşadığım hissi kıpırdanmalardan ya da sıcaktan mıdır bilinmez, bu cümle o kdar hoşuma gitti ki günlerdir kafamda. Herkes tarafından kurulası, ahkam kesilesi olsa bile, evde yalnız başıma velet Lama'nın heyecanlı hallerini izlerken, ne kadar da güzel bir çocukluk geçirdiğinmi düşündüm durdum...

Neyse Ortadağ'dan bu kadar uzaklaşmak yeterli. Gerçek hayat ve nakliye dosyaları beni bekler. Ama hayata her gün güze bi şeyler katmayı unutmamam, yazmayı ihmal etmemem lazım. Yoksa içimde kaçası gidesi bir şeyler oluyor, ben bile korkuyorum kendimden!

2 Mart 2010 Salı

Düşün Abarması




Beyin mıcıklaması gibi bir şey... Kafaya nüfuz eden bir çok farklı düşüncenin "overthinking" ( düşünaşımı ) yaratmasıdır. Bunu da ben uyduruyorum. Nereden başladıysa, oradan devam etsin işte...Kafalar bazen kendilerinin anlayamayacağı diyarlarda boş beleş farkındasız gezintiler yapıyor. O zamanlarda pek ilgilenmemek lazım kendileriyle. Zira pek can sıkıcı sonuçlar doğurabiliyor: tikler oluşabilir mesela... dalıp dalıp gide debilirsiniz ( de nerden ayrılacak burda??, her neyse )...kitlendim =)

neyse sonuç olarak beyin kemirmesine kadar varabilir, zira kafa kendi kendini anlayamazsa " daha ben kendimi kavrayamazken evreni, eşyayı, insan denen hayvanı(meclis içindekiler üstüne alınmasın efenim)nasıl anlayayım" diye hayıflanıp, bunun da içinden çıkamaz. Derin mevzular. Bende tezahürü bu daha doğrusu. Belki de bu konuda tek zorlanan benimdir. Öylesi daha iyi tabi. Bu konuda da empatiye sonuna kadar güvenip, benim gibi bunları düşünüp " bir gün kesin delireceğim" demeyen arkadaşları tebrik etmek istiyorum. Kendilerini gönülden kutluyor, başarılarının devamını diliyorum. Güzel günler yakında demektir o zaman!

Of neyse, başka konulara geçmek lazım. İç açıcı konulara geçmek lazım ama bugün hüzünlüyüm. Birbirine çok ama çok yakıştırdığım, biri benim canım olan, bir çift insanın, dişi olanın isteğiyle, ki erkek olanı benim canım olur, tekil hayata intikal ettiklerini öğrendim ve gayet hüzünlüyüm. Canım olan şairane insan "Kahroluyorum!" dedi sadece...

Kahrolur ya insan. Daha dün anladığı insanın bugün aslında hiç anlamamış olduğunu görmek insanın inanca olan inancını ( kesinlikle hiç bir şeye, hiç kimseye inanma ve güvenme taraftarı değilim ) yerle bir eder zannımca... Ama yaralardan bahsettik bir de. Açılan yaralar kabuk bağlar. Sonra sıkıldıkça yolarsın istersen. Yolarsan acısına katlanırsın. Ama elbet sıkılırsın yolmaktan. Sonra acısı azaldıkça orda olduğunu unutmaya başlarsın di mi? En son izi kalır elbet o kadar yolduğun yaranın ama, her şeyin bir tedavisi var şu alemde değil mi efenim.

Olumlu düşünmek kanser olmamak açısından önemli mi acaba dedikleri kadar? Ne biçim devirdim cümleyi :) neyse kısacası kafama taktığım şeyler böyle.

Değil aslında başkaları da var. Gitmek lazım. Başını alıp gidebileceğini bilmek lazım. Gitmesen de o lüksün hiç bir zaman hayatından çıkmaması lazım. Kullanmasan da bi pason dursun cebinde. Hep arabana binersin ama yine de kalsın. Sen yine hiç kullanma!

Fırsatlardan istifade etmek de ayrı meziyet. Ama asıl büyük maharet "Fırsat yaratmak!". Yani yaklaşan fırsatları görmek, farketmek, onları kendine yönlendirebilmek, sıfırdan kendine fırsatları getirecek zemini oluşturabilmek.Allam çok çalışmam lazım yağhu. Bu hayatı oynamak baya zor bence. Ama oynamayı öğrenmeye çalışmak baya eğlenceli. Kuralları öğrendikten sonra açıkları kullanarak hile yapanlar genelde oyunu kazanıyor zannımca ama işin sonunda Tabelaya da bakmak gerek üstat.

Maç 90 dakka!

25 Şubat 2010 Perşembe

Evet evet, haklısın

Hiç sıkılmyı düşünmüyorum onay vermekten. Hep onaylamayı planlıyorum. Neyi, kimi onayladığım önemli değil. Aaa, diyeceğim hep, aaa evet haklısın! Ya ben bunu düşünemememişim... Nasıl da doğru söylüyorsun, bu açıdan bakamamışım...

Ne gerek var!

17 Şubat 2010 Çarşamba

Kalıp Döküm Hayatlar

Merak ediyorum çoğu zaman, merak etmeyi de seviyorum. İnsan merak ettikçe kendine geliyor nedense, yani benim için öyle...

Bazen kendime şaşıyorum, hep istiyorum ya empatik yanımı geri plana atıp gerçekten burnumu azıcık yükseltebilseydim daha mutlu olurdum belki. Aslında mutluyum ben. Yok!Ben o "tamahkar" dediklerindenim sanırım. Hani Polyanna( Poly Anna mı? bence Polyanna demeyelim Poli anna diyelim, öyle daha güzel ) gibi düşünmek, bardağın dolu kısmı. Bunlar öylesine hikaye oluyo ki kimi zaman, ben bile kendime şaşıyorum: böylesine kötümser olmayı nasıl becerdim? diye...

Kafamda o kadar şey birikti ki şimdi toparlayıp tek bir konuya odaklanamıyorum. Ama bildiğim tek şey var ki: konuşacak tek şeyin hava durumu, haberler, diziler ve buna benzer beni ilgilendirmeyen konular olan insanlarla bir aradayken içimden bağırmak geliyo.

Bi de merak var ki içimde insanlar neden hep korumaya geçerler kendilerini, komik oluyolar bence. Karşımdaki ne zaman kötü bi şey yapmış ya da hatalı olduğunu bile bile bencilce bir şey yapmışsa, ona bir kılıf uydurup "ben böyle bir şey yapacak biri miyim sence" diyerek kendini savunmayla başlar söze. Ama çok net bilirsin onun bunu söyleme nedeni sadece yaptığı şeyi gizlemektir, aslında kendini açıkça ifade eder. Ben yaptım ama aslında yapmamam gerektiğini biliyorum sadece. Ama bencilim.

Dost bugün bi hikaye anlattı da ordan estiler anlattım. Özlemişim dostumu da arkadaşlarımı da. Güzel bir akşamın ardından kendime özel bi kaç şey yaptım yıllar sonra... Gerçekten yıllardır kendime bir yer ayırmamışım, onu farkettim. Yıllardır hep vermişim de hiç almamışım be. İyi olmamak lazım çoğu zaman. Geri dönüşü olmayan bir "önemli değil insanı" olma yoluna girmek içten bile değil.

Yalnız kalmak, yalnız bırakılmak ne zor... Bir de boş vaatlerle destek aldığını sanıp aslında yanında kimse olmayanlar. Yeteri kadar kimse olmayanlar.

20 Şubat önemli bir gün. Ben mi? Aile ziyaretleri, vıcı bıcı... Başka baharlarda daha çokel tutacağım inşalla. Şimdilik uzaktan, sonra fiziken, yakından... Tutmak lazım! Tutabilidiğin kadar çok el tutmak, boş durmamak, el vermek lazım.

Mutluluk nöbettedir şimdi, arar ki...

26 Ocak 2010 Salı

I just called to say I love you




Koku, ses, melodi... Bazen duyular alıp götürüyor zamanın içine beni. Çok seviyorum bu serüvenleri özünde. Hatırlamaya çalışıp da saatlerce karnıma ağrılar girerek kıvrandığım, telefon rehberinde alakalı alakasız kim varsa ipuçları vererek yardım kıvrınmalarım sonucunda hiç bir çözüm bulamadığım bir türlü hatırlayamadığım bir anı, bir film, bir müzik; bazen bir kokuyla ya da bir sesle aklıma çalınıyor birden. O ruh halini, iç gıcıklanmasını çok seviyorum.

Hafta sonu evinde, yatağında uyanmak üzereyken, bi anda sokakta oynayan bir çocuğun seslenmelerinin, uyur uyanık zihninde, çocukluğunda arkadaşlarının seni kapı önünden çağırarak oyun oynamaya çağırışını hatırlatması gibi tatlı bir ruh hali... Bilmem tanıdık mıdır size ama ben bu hisse çok aşinayım ve ne kadar sık yaşarsam hayat bana o kadar güzel geliyor aslında. Bazen yolda yürürken bir parfüm kokusu eski sevgilinizi hatırlatır mesela, kızdırır, belki sevindirir, güzel anılar getirir akla ya da apartman merdivenlerinden, yoğun iş sonrası eve doğru bezmiş şekilde çıkarken ( ya da inerken, kimileri iner ) bir yemek kokusu ( mesela pastırmalı kurufasülye, oy oyy ya da kızartma, çocukluğumda annemin 5 çayı civarları şakşuka benzeri patates yanında sanki kızartınca yararı kalıyormuş gibi renk olsun tat olsun diye eklenen, çok da iyi yapılan kabak, patlıcan, biber(en güzeli bence, acı değilse)eşliğinde bütün eve yayılan kızartma kokusu, kimisi sevmez kızartma kokusunu ya, bana bir sürü anı çağrıştırır, severim)... O koku bir anda ananeyi, anneyi, bir olayı ya da bir yeri çağrıştırır insana. İnsan olmak bu yüzden güzel işte. Beynime bilmediğim bir sürü şifre yerleştirilmiş ve ben bunları zaman zaman hiç beklenmedik anlarda keşfetmeye bayılıyorum.

Bi de ben yalnızlığa alışıyorum be mutluluk... seni bıakmıyorum ama kendimi de buluyorum, iyi de oluyo, fena da olmuyo aslına bakarsan...

2 kelam edelim dedik abarttık, işler beni bekler. Ne mutlu bana, bugün zaman ayırabildim işlerden kafamı kaldırıp.

Ne zamanki bir koku, bir ses bana yeni bir şey hatırlatacak, uyuşmaya başlayan algılarım kendine gelip yeni baştan başlayacak yaşamaya...

Tetikteyim...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Yadigar Kutusu

Evet evet, uzun zaman önce atmalıydım bu başlığı aslında ama bugüne nasip oldu işte...Hayatımda izlediğim en kötü ama bir o kadar eğlenceli filmlerden biriydi Deadley Pledge - Ölümcül söz.

Herkes türkçe dublajlı olarak izlemeli bu filmi. Şiddetle tavsiye ederim! Konunun saçmalığının yanı sıra, "gerçek mi, cesaret mi" ya da "doğruluk mu, cesaret mi?" olarak yaygınca bilinen ergen oyunun ( itiraf edebilirim sanırım, halen alkol yanında iyi gittiği kanısındayım - bazen ) "doğruluk mu, cür'et mi?" şeklinde çevrilmiş olması, çevirmenin arapça ve farsçaya olan bitmez tükenmez sevgisi filmi o kadar eğlenceli hale getirdi ki.

Bir minik kutucuğu ( böyle içine incik boncuk konanlardan) eline alan oyuncu kızlardan birinin " aman tanrım, yadigar kutusuu... " repliği beni benden alarak seni sana bırakmamış ve bütün gece her kelimede, her bakışta ( zira hepsi birbirinden komikti ), hatta abartıp film arasında reklamlarda bile, ev ahalisi olarak her karede gevşek gevşek gülmemize sebep olmuştur... güzel geceydi doğrusu, her gece yapmalı bunu, devlet propagandası olabileceğini düşünüyorum. Yoksa bu kadar abuk olay, bu kadar mantıksız yaşam şartları içinde başka nasıl isyan etmez ki insan dediğin?

İstanbul bembeyazdı bütün hafta sonu, halen yağıyor.

Ben de karı sevenlerdenim!

20 Ocak 2010 Çarşamba

Kaybettiklerimiz ve hala kaybettiğimizi farkedemediklerimiz...

Bugün 20 Ocak... Normal bir gün ama insana kaybettiklerini de hatırlatıyor aslında... Bir gün öncesi ve bir gün sonrasında hayatın ne kadar değişebileceğini de...

Özünde güzel hayatlar, güzel kelimeler barındıran ve gerçekten barışçıl insanlar olan "anlayamadıklarımız"a bu dünyayı zindan etmek, üstüne bu dünyayı yeterince zindan edemediklerimizi toptan göndermek toplumumuza bahşedilmiş yegane ve biricik ve de pek değerli bir özelliktir. Bizler diyerek kendimi topluma içerlemeyeceğim, alakasız olanları da "o" toplumdan dışarılayacağım, onlar demek en doğrusu sanırım, benim için "diğer"leri... İşte onlar, bu dünya için, hatta aslında ufukları o kadar geniş değildir onların, bu ülke için, yok yok yine abartıyorum onların çerçevelerini, onlar kendi zihinlerinin alabildiği aile, mahalle, akraba çevreleri ve yalnızca kendilerine yarar sağlayan ideolojileri için ( tartışılır! kendilerine de yarar sağlamaz ya, onlar inanmak için doğmuş takipçilerdir. Onların da sahip olduğu tek gerçek şey inanç aslında, küçümsenemeyecek kadar körü körüne ve sadık bir inanç), bu toplumu şekillendirmeye ve düzensizlikleri yok etmeye çalışan halk kahramanlarıdırlar. Onlar ki bir istediler mi hayat veremezler ama, alırlar. Sonra şakşakçıları onları omuzlarında taşır, birileri ağlar, birileri gülerken güzel ülkem artık yaşanacak bir yer haline gelmiştir!

Ne değişir gerçekten mutluluk verebilecek olan, sevmek ve empati kurmak, farklı olanı anlamak ve kabul edebilmek meziyetleri , kimi vicdansızlarca gerçekten kastederek halk "kahramanları" olarak addedilebilen bu şahısların bünyelerine dışardan aşılanabilse? O zaman dünya daha yaşanabilir bir yer olabilir miydi? yoksa vicdan sonradan aşılanabilemeyen bir cevher mi? Empati kurabilm, farklıyı anlama ve istemese de kabul edebilme kabiliyeti, bisiklete binmek gibi ya da matematik, coğrafya gibi, bu insanları ( öncelikle başındakiler olmak üzere) bir sınıfa kapatarak öğretilemez mi?

Hayallerime de kota yok ya! Düzen böyleyken katil mi, şakşakçı mı, emri veren mi, yoksa toplum mu kazandı? Ne oluyo ki insanlara. Ben insan değilim!

16 Ocak 2010 Cumartesi

Taba Tumba Tamba Tumbaa



Hayatta istediğim şeyler ne kadar da zor geçiyor elime. Ya bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama, sanki hayat hep başkalarına güzel de bi benim istediklerim hep çaba gerektiriyor gibi geliyor. Ama oluyorlar da sonunda, haksızlık etmemek lazım.

Yemek yemeyi bu kadar sevmesem keşke! Spormuş diyetmiş ne zor işler. Ama sigarayı bırakmak baya çaba gerektiriyor. Alınan kilolara eyvallah deyip benimsemekten gayrı bir şey gelmez elimden. Ne yapalım, bunun da elbet katlanılacak bir sonucu olacak :)

Mutluluk yine uyuyordur, belki şöyle bir uyku arasından, uyur uyanık gözlerini açıp da, beni geçirmiştir aklından? Yarın mutluluk özgür olacak, yalnızca akşam 4 buçuk 5e kadar... Ama olsun, her zaman ufak da olsa, minicik de olsa bir umut, bir parça mutluluk, hiç olmamasından iyidir.

Bardaklar hiç boşalmasın, dolsun taşsın hep... Hayatım hiç sensiz kalmasa, hep bir köşede senin parçaların, kırıntıların kalsa da hiç gitmesen içimden.

Disko, Disko...

Oh Oh disko disko...

15 Ocak 2010 Cuma

Kırmızı Şarap ve Umut


Yorgun hafta sonu, hala bitmeyen işler ve sonunda sakin bir nefes alma fırsatı ve Kırmızı Şarap...

Mutluluk yine bugün erken yatacak, özgürlüğünü eline aldığında hiç erken yatmak istemez aslında...

Herkesin farklıyı görüp benimseyebildiği, kendine benzemeyeni anlamasa da takdir etmeyi öğrenebildiği bir dünyada yaşamayı istiyorum. Her gün biraz daha hasretle, hiç olmayan o yeri özlüyorum. Kafamın içinde bir yerlerde bile olsa, nadiren yaşayabildiğim o anlarda, orayı çok seviyorum. Olric değil mi :) Yaşasın, Şerefe!

En kötü günümüz bundan kat kat iyi olsun, sevmeyi seven insanlar hep yakınımda olsunlar. Fiziken uzak olsunlar ama kafamdan hiç çıkmasınlar. Ben de kafalardan çıkmayayım. Hep bir yerlerde kalayım, demir atayım sevmeyi sevenlerin hayatlarına. Bir gün o en güzel günde, mis gibi esintinin, ılık güneşin altında, memleket nefesini içime çekeyim. Ama memleket ait olduğum yer olsun, mutlu olduğum yer olsun. Kırmasınlar bizi. Yetsin ki hep zaman da, mekan da bize yetsin.

Ama yetmesin. Hep daha iyiye olan özlem hiç bitmesin. Umut etmenin tadı, hayal kurmanın tatlı kıpırtısı hiç gitmesin içimden.

Eski bir eve toplasam hepinizi, tahta koksa, yaşanmış eşyalarda başkalarının anılarının üzerine yeni hayatlarımızı sürsek, sesler duvarlara kazınsa da en mutlu zamanlarımızın ne kadar da bitmediğini, ne kadar da sürdüğünü görüp şaşırsak. Her gün ne kadar daha güzel şeyler yaşayabildiğimizi aklımız hayalimiz almasa. Doyumsuz olsak mutluluğa, umuda, hasrete... Hiç ümitsizlik olmasa da bardaklar dolup taşsa sevinçten...

Ne de güzelmiş, içim ışıldadı, düşünmesi bile mutlu etmişken, yaşamanın vereceği sevinci kafam almıyor doğrusu.

Hala güzel zamanlar bunlar, her şeye rağmen güzel, mutlu zamanlar.

14 Ocak 2010 Perşembe

Travmatik ve yorgun, sessiz ve sıcak

Yatak, yastık, yorgan...

Bazen hiç çıkar yol bulamıyorum yaşadıklarımla ilgili. Öyle çaresiz zamanlar oluyor, ümitsiz, ümit etmeye bile mecalsiz. Öyle zamanlarda uyku ne kadar güzel bir kaçış diğ mi efenim diğ mi.

Aslında bugünkü ruh halim daha karmaşık...

Of onu bile düşünecek halim yok!

Mutluluk ne yapıyodur şimdi acaba? Bence o da uyuyodur, ben de onun yanına gideyim...

Kaşarlı Salata

İnsanların kibirleri ne kadar tehlikeli... Durduğu yerde kendi kendine saatli bomba gibi olabilen insanlar görüyorum. Bir de bu insanlar bir araya gelip, grup olup üredikleri zaman çok daha tehlikeli oluyorlar.

Kendi kibri kendinden taşan müşterilerim ve kafamı kaldıramadığım işlerim arasında, koşturmacalı, gürültülü bir ofis hayatı. Şimdi içine sigara kokusu sinmiş bir külüstür araba içinde, anlaması zor bir ağızla dinlemediğim bir şeyler anlatmaya çalışan radyo mırıltısı eşliğinde, tıngır mıngır dağ yollarında olaydım da, kapıyı açıp ineydim aşağıya... Şööyle bir dolu nefes çekince kır havasından... Ne güzel olur. Bana zor değil ama bu ya, ben yaparım bunu. Kır bulamazsam da deniz kıyısına gideyim hiç olmazsa. Egzostan farklı bir şeyler de solumalı...

Biten öğle tatili, 15 dakikalık yemek üzerine, kibirli müşterilerime dönüş...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Güzel bir gün, yorgun bir gece...

Ne kadar düşünüyor insan bazı şeylere karar vermeden önce. Halbuki o kadar kolay ki adım atmak. İstediğinde bazen, en olmayacak gibi gelen şeylere bile ulaşmanın ne kadar da kolay olduğunu farkedip, daha önce çabalamamış olduğuma üzülüyorum...

En dost tavsiyesi ile belki de en güzel kararımı verdim, hemen harekete geçtim. Alakasız metinlere yenilerini eklemece... Belki arada bir iki güzel kelamın belini kırarım, bu akşam saatlerce en dostumla yaptığım gibi...

Kelimeleri o kadar tutmuşum ki içimde, şimdi nasıl sırayla bıraksam diye düşünüyorum. Başlasam sabaha kadar sürecek ama o kadar da vaktim yok. Hımm, rastgele gitmeye kalksam bu sefer de metin baştan aşağı çelişkili ve alakasız olacak. Yok, ben burada ana başlıktan bahsederek işin özünü vereyim, çelişik kısımları ise ayrı bir başlıkta inceleyelim. Evet, en mantıklısı bu!

Empati. Benim hayatımın temeline oturttuğum ve bugüne kadar bana hep kazandırmış bir meziyetimdir. Meziyettir çünkü her kula nasip olmaz! Empati candır ve eğer doğru kullanabilirsen her şeyi açıklayandır özünde. Hiç kafan karışmaz, çünkü hep bir başka seçenek olduğunu görürsün kullandıkça, kısıtlanmazsın, genişlersin, büyürsün. Aşırı dozu, özünü yıpratır, seni amacından saptırabilir belki ama her şeyde olduğu gibi empatiyi de yeteri kadar kullanmayı bildiğinde iletişim kolaylaşır, kafa karışıklığı azalır. Beylik laflar etmeden bu konuya girerek başlamalıyım, bu kadar sevdiğim bi kavramla ilgili yeterince araştırma yapmamış olmam ne acı... İşte sevdiğim bir konu üzerinde akademik çalışma fırsatı, hiç bir işime yaramayacakken ( tipik öğrenci mantığında işe yararlık not ile ölçülür genelde, bir de entellektüel öğrencilik vardır ki, nadiren çıkar aradan bu öğrenmeye aç azınlık ), sonuç beklemeden, sadece sevdiğim ve ilgi duyduğum için bir konuya eğilmek.. Çok sempatik!

Fikir bu: saçmadan hareketle mantıklıyı bulmak. Sempatiden hareketle empatiyi araştırmak, uygulamak, denetlemek, farketmek... Aslında kişisel olarak bana tek yararı "yaşamak". Nedir yaşamak? Bence çabalamak oldu hep, gocunmadım da çabalamaktan. Mutluyum ben böyle. Öğrenmeye çabalamak güzel olacak. Hep para kazanmaya çabaladım, okul kazanalım diye aslında hayalimiz neydi ki? Dürüstçe güzel iş, bol para, güzel bir ev, araba, mobilyalar... Eşyaydı istediklerim, madde yani. Şimdi zaman geçtikçe maddenin ötesinde, tatmin edici şeyler istiyorum. Konuyu dağatıyor muyum acaba? Neyse sonuç olarak "Bugün bundan sonraki hayatının ilk günü" klişesini kendi hayatıma uyarlasam acaba yarın bir şeyler değişmiş olur mu?

Ne çok soruyla boğuşuyorum, cevaplarını da merak ediyorum ama bunu söylerken bile başka bir soru soracağımdan korkuyorum. Ama artık içime atamam, güzel oldu bu...